Kendini mi kaybettin?

Gel birlikte arayalım...

30 Aralık 2011 Cuma

AYDINLIKTAN ÇÖPLÜĞE

Getirilirken gördüklerim beni yanıltmıyorsa bu kasabada bir tane meydan var ve bütün sokaklar solucan delikleri misali bu meydana açılıyor.

Gövdemdeki çürümeden ve paslanmadan tahmin ettiğim kadarıyla bir buçuk insan ömrü kadar bir zaman önce adı "biçare" olan bu sokağın işte bu meydana bakan köşesine dikildim.Kendime dair tek hatırladığım demir ustasının alevli yüzü ve diğer lambalarla birlikte dağıtılmak üzere bir kamyonun kasasında buraya gelirken geçen bir saatlik yolculuk boyunca gözümü ayırmadan bakakaldığım sonsuz, mavi gökyüzü. 

Kaldırıma dikildikten beridir, benim varlığıma, arada bir arıza giderimi için gelen elektrikçiler, üzerime ilan yapıştıranlar ve göç yolunda üzerimde küçük molalar veren göçmen kuşlar dışında kimseler tanıklık etmedi. Aslında ben hep oradaydım, yanıbaşlarındaydım ve sadece durup aydınlatmakla kalmıyor biriktirdiğim yaşanmışlıklara tanıklık ediyordum.

Son on yıl içinde, kasabanın rengi öylesine farklılaşmıştı ki, zaman zaman acaba bilincim kapalıyken başka bir yere mi nakledildim diye sormadan edemiyordum. Fakat tam karşımda "biçare sokak" tabelasını görünce anlıyordum ki giden ben değildim dönüşen sokaktı.

Artık meydanda kurulan çarşamba pazarının eski huzurundan eser yoktu. O her çarşamba kocasından kopardığı harçlıkla evine yiyecek ya da çocuklarına fanila almaya giden Sultan teyzenin yüzündeki hınzır tebessümü ya da kendi tarlasından halis muhlis topladığı salatalıkları, ıspanakları tezgahına götüren Halit amcanın umutlu telaşını görmek yerine ellerinde pankartlarıyla isyancı bir grup gencin haykırışlarını ya da karşılarında polisin de belirmesiyle tanzikli suları, jopların havada savruluşunu, kapanmaya çalışıldıkça daha gür atılan naraların gırtlaklara hapsedilişini izliyordum. Tüm bu olan bitenler, huzur içinde süregiden pazarın uğultusunun orta yerinde kocaman bir kara delik açıyordu. 

Bir sabah henüz ben ışıklarımı kapatmamışken  beklenmedik büyük bir depremle sarsılır gibi irkildi tüm sokak. Öğleye doğru tam karşımdaki müstakil evin önüne getirilen tabutla anlaşıldı ki, mahallenin falcısı Kezban yengenin sağcı büyük oğlu Fikret, gece girişilen hararetli tartışmanın sonunda salt sol görüşleri savunuyor diye küçük kız kardeşi Elif'i bıçakladıktan sonra sırra kadem basmıştı. Tam önümde meraklı ve acı dolu mahmur gözlerle toplanan çaresiz kalabalık, şimdi iki çocuğundan da olan Kezban yengeye mi yansındı yoksa gencecik yaşta hayallerini karartan bu iki gence mi?


Öyle olağan bir hale dönüşmüştü ki ardı ardına patlak veren bu türden olaylar, yaraya basılan tuz her seferinde nasıl hissedilmez oluyorsa, acılara uyuşmuştu biçare sokak. Işığımın altında ayak üstü yapılan konuşmalardan sonra birbirlerini ölümüne tartaklayanlara; tam karşımdaki duvarın önünde hangimizin sloganı burada yazacak diye girişilen çekişmelere,  aynı  ideali paylaşıp yok yere birbirlerini bıçaklayanlara şahitlik ettim.


Her gün, fabrika paydosundan çıkıp evine dönmekte olan bir kısım işçi, üniversiteden geldiği ellerindeki kitaplarından anlaşılan bir kaç öğrenci ya da manavdan dönen Ayşe abla ile kızı, önümden geçtikçe kulağıma kesik kesik çalınan hep aynı konu oldu:


"Seni de öldürürler, yok et bu kitapları kızım, derslerine çalış sen bulaşma bu işlere.
"Çok kalabalıktılar, üniversitenin önünü kestiler, taşlarla sopalarla saldırdılar Leyla ile izliyorduk sadece biz kenardan sonra baktım...ki o kızın hiç alakası olmaz bu işlerle."
"Çetini de almışlar içeri, yandı ki ne yandı."  
"Yok abi bana bir şey olmaz ıslak sopaya da dayandım, elektriğe de. Bu iş ulusal bir mesele, onlara bırakmamak lazım."

Tatlı bir meltemle tel tel olup önüme düşen damlaları, saçlarım sanarak izlemeye daldığım sakin bir gecenin tam da ortasında kıyamet günü çalacağı beklenen o sert siren sesiyle derin bir kabustan uyanır gibi irkildim. Ertesi gün boyunca, dur düğmesine basılmış bu sokağın buz kristallerine dönüşen kaldırımında sessizliği dinlerken; bir kabusun ortasında takılı kaldım. Sonbaharın soluk yapraklı bu sahnesinin içinde siren sesiyle birlikte aniden bir ben kalakalmıştım; bir de uçuşurken hava da asılı kalan, bilmem nereden kopmuş kağıt parçaları ve bal mumuna dönüşmüş sokak kedileri.

Sonraki günlerde, fırtınayı haber veren bu sinsi sessizlik, postallarından çıkan ritmik "rap rap" sesleriyle sokağın bir ucundan bir ucuna geçen askerlerle, tonlarca ağırlıktaki koca tank gölgeleriyle, kollarından tutulup zorla kelepçelendikten sonra meydandaki arabalara doldurulup götürülen ve neden sonra bıkkın ifadeli yüzlerinde morluklarla salıverilen gençlerin yorgun adımlarıyla, kimi zaman da gidip de dönemeyenlere yakılan ağıtlarla delindi. Sanki tüm bu olanlar, bir devrin bitişini ve bambaşka bir devrin başlangıcını haber veren fırtınanın tam da kendisiydi.

Geldiğimde kendine has şarkısıyla yatağında huzur içinde akmaya devam eden bu küçük meydanın, hiç bir ipucu vermeden, kendiliğinden ve aniden intikam ve nefret dolu kocaman bir savaş alanına dönüşeceğini tahmin bile edemezken; şimdi sokağın girişinde kimselere fark ettirmeden bu savaşa bakıyordum.

O yıllarda soğukluğuyla, acımasızlığıyla, pişmanlıklarıyla, kana bulanmış kaldırımlarıyla, karalanmış duvarlarıyla topyekün dönüşümüne tanıklık ettiğim biçare sokağa, ayrılışımdan tam yirmi yıl sonra çöp tenekesine dönüşen demirimle yeniden konuk oldum. Artık ne Kezban yenge, ne Halit amca ne de Sultan teyze geçiyordu önümden. Gün aşırı içime  tüm pisliklerini boşaltan bu küçük sokak sakinleri isimleri, sıfatları ve suretleriyle tamamen farklıydı. Fakat  onları birbirine düşüren, yaşlandıran ve malup eden kavgaları soğuk ve katı gerçeklikleri olarak hep burada kalmıştı. Geçen yıllarla beraber kavga, farklı bir kılığa bürünerek, kürdü ile türkü arasına ya da alevisi ile sunnisi arasına sızmış, bu sokağa adını veren değişmez yazgı haline gelmişti. Hatta daha da kötüsü tüm organlarından geçip en derinlerine sinerek yüzlerini, lağım sularına karışarak kokusunu, türkülerinin makamını çalarak sesini kısacası sokak olmanın ahengini esir almıştı.

Geçmişte aydınlatmaya çalıştıkça gizemli karanlığını içine gömen bu biçare sokağın bir çöp tenekesi olarak tüm kirlerini toplamak yine bana düşmüştü. Her ne kadar bu iş bir öncekinden daha zor görünse de kapağım her açıldıkça içime sonsuz maviyi doldurarak avunuyor ve umutlanıyorum. Umudum gerçeğe dönsün diye de içime dolan pisliklerini arındırıyor ve demirimle geçmişlerini anımsatan bir mabet gibi orada öylece duruyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder